Mavi Yasemin Filmine Psikanalitik Bir Bakış
Woody Allen’ın 2013 yapımı filmi Blue Jasmine’nde (Mavi Yasemin) komik unsurlar diğerlerinde olduğu kadar yoğun değil. Film, neredeyse bir vaka örneği, yalnız bir kadının trajikomik halleri üzerine kurulu ve bu nedenle de bütün Woody Allen filmleri gibi psikanalitik okumaya açık.
Açılışı uçakta tanıştığı kadınla soluksuz konuşan, diyalog kurmak yerine bir monoloğun içinde yolculuk boyunca kadını canından bezdiren ana karakter Jasmine yapar. Olay örgüsü ilerledikçe anlarız ki Jasmine kocasını kaybetmiş ve kardeşi Ginger’la yaşamak üzere New York’tan San Francisco’ya gitmekte olan zengin bir kadındır. (Filmin önemli bir kısmı Jasmine’in New York’taki hayatını hatırlamasından oluşur.) Jasmine, kocası hapse girdikten ve hapiste intihar ettikten sonra mal varlığını kaybeder ve önceden kocasının kazıkladığı; fakat buna rağmen sığınabileceği tek insan olan kardeşi Ginger’ın yanına gider. Kendisine neredeyse muhtaç olduğu halde Ginger’ı ve onun hayat tarzını, lümpen sevgilisini ve “kültürsüz” hallerini küçümser. Sürekli yalan söyler ve halüsinasyonlar gördüğü için düzenli ilaç kullanır. Bir partide yeni tanıştığı politikacı adayı yakışıklı ve varlıklı adamdan geçmişini saklar ve bambaşka bir hayatı kendisininmiş gibi sunarak onu kandırır. Aslına bakılırsa ismi bile, Jasmine’in bütün varlığının yalanlarla örülü olduğunun kanıtıdır: Gerçek ismini beğenmediği için kendine bu ismi takmıştır. Bütün bunların açığa çıkmasının ardından Peter Jasmine’i terk eder. Film, yalnız kadının sokakta bir banka oturup kendi kendine konuşmasıyla son bulur.
37 sene boyunca psikanaliz görmüş Woody Allen’ın neredeyse bütün filmlerinde bu deneyiminin izlerini görmek mümkün. Blue Jasmine de bunun en iyi örneklerinden biri. Jasmine’in yaşayış şekli, aldığı kararlar, ismini değiştirmesi ve sonunda da psikoza girmesi, Freud’un gerçeklik ilkesi adını verdiği dış dünyayla ilişkisindeki sorunları yansıtır. Acı veren ve bilinçdışının sonu gelmez taleplerini karşılamaktan uzak dış dünyayla baş etmeye çalışan egonun savunmalarının yetersiz kaldığını düşündürtür. Bütün bunların ne anlama geldiğini daha iyi kavramak için kısaca psikanaliz kuramına ve onun ortaya koyduğu id, ego, süper ego üçlüsünün ne olduğuna bakalım.
Sigmund Freud’la birlikte psikanaliz, 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında yalnızca psikiyatriye değil, aynı zamanda edebiyat ve felsefe gibi entelektüel alanlara da damgasını vurdu. O güne kadar prototip sayılacak Jean Martin Charcot ya da Breuer gibi bilim insanlarının teorileri varlık gösterse de, Freud bugün de geçerliliğini koruyan biçimiyle psikanalizin esas kurucusudur ve genellikle 1905 öncesi ve sonrası olmak üzere iki dönemde incelenir. Freud’un ilk dönemdeki amacı, insan ruhuna dair ortaya koyduğu kuramı biyolojik açıdan ele almak ve bilim dünyasına kabul ettirmek olmuştur. Bu dönemde yaptığı en önemli iş beyni topografik açıdan ele alması ve bilinçdışı kavramını oluşturmasıdır. Buna göre beyin, bilinç ve bilinçdışı olmak üzere ikiye ayrılır. Bilinçdışı, kişinin dil öncesinde isimlendiremediği duygularını bastırılmasıyla oluşan yerdir. Buna ulaşmanın yolu ise psikanalitik tedavidir. Bu tedavinin amacı hastanın serbest çağrışım yoluyla bastırılmış duygularına ulaşmasını sağlamaktır. Bu sayede bir enerji açığa çıkacak ve bastırılmış haliyle psikolojik ya da psikosomatik rahatsızlıklara neden olan bu enerji, daha verimli kanallar bularak hastanın yaşam kalitesini yükseltecektir. İkinci döneminde ise Freud bu kuramını genişletir ve topografik beyin modelini yapısal bir açıdan ele alarak meşhur id, ego, süperego üçlüsünü gün ışığına çıkarır. Buna göre id, bilinçdışında var olan bastırılmış duygulardan oluşur. Son derece kaotiktir. İçinde hayvansal içgüdüler ve insana özgü dürtüler yer alır. Bu alana ulaşmak imkânsızdır; çünkü dil öncesine aittir ve sembolik düzene tercüme etmek mümkün olmaz. Bununla birlikte bu ulaşılmaz alan, insan hayatını yönlendiren en önemli yapılardan biridir. İçinde hapsolmuş enerji her daim kendine çeşitli kanallar bularak açığa çıkar. Bu enerjiyi tencerenin kapağını hareket ettiren buhara benzetmek mümkün. Ego, tam da bu noktada devreye girerek idin sonu gelmez taleplerini toplumsal olarak kabul edilir biçimlere sokmaya çalışır. Egonun bir diğer işlevi de Jacques Lacan’ın, babanın yasası diye tabir ettiği süper egonun katı kurallarını dengelemektir. Yani ego, insanın içindeki hayvanla, sert yasaların yürürlükte olduğu mahkemeyi topluma uygun bir yaşam adına dengelemekle uğraşır. Bunun içinse çeşitli savunma mekanizmaları geliştirir. Bunların kimi gelişmiş savunmalarken kimi id ya da süper egoyla uzlaşma sonucu ortaya çıkan primitif savunmalardır. Bu tip savunmalar çocuklukta “normal” sayılır; fakat yetişkin bireylerde gerçeklik ilkesine uyum sağlamayı güçleştirdiği ve kimi zaman bu gerçekliğin tamamen dışına çıkmasına sebep olduğu için yaşam kalitesini düşürür.
Filmin ana karakteri Jasmine’in kullandığı savunmalar, tam da gelişmemiş, çocuklara özgü savunmalara örnek teşkil eder. Bunlardan en önemli iki tanesi ise inkâr ve yansıtmadır. Doğum anında bütün soğukluğuyla ve popoya atılan ilk şaplakta olduğu gibi acımasız beklentileriyle bebeğin karşısına dikilen dünya, hayatı boyunca bir yandan “baş etmesi” gereken bir yandan da ona enerji veren ve üretken olmasını sağlayan bir yaşam alanı olacaktır. Çocuklar acı veren deneyimler yaşadığında ve dünyanın tatsız yüzüyle karşılaştıklarında bu acıları yok sayarlar. Tatsızlıklar olmamış gibi davranır, deyim yerindeyse gerçeğe yüzlerini çevirirler. Hayata karşı bedensel ve ruhsal açıdan oldukça savunmasız olan çocuklarda bu tavır hayat kurtarıcıdır. Onların yaşama devam etmesini sağlar. Fakat insanlar yetişkinliğe adım attıkça, bedensel ve psikolojik olarak “büyüdükçe” onlardan beklenen, gerçeklere yüz çevirmek yerine hayatı boyunca kazanmış oldukları araçlarını kullanmaları ve acı veren deneyimlere göğüs gererek onları birer deneyim aracı olarak görmeleridir. Artık çocukların uçsuz bucaksız hayal dünyasında kendilerini kaybetmeleri gibi dünyadan uzaklaşmak yerine, gerçeğin dilinden konuşmaları ve bu dil aracılığıyla çareler bulmaları beklenir. Jasmine ise bunu yapmaktan acizdir. Kocasının kendi kız kardeşi de dahil pek çok insanı kandırdığını, yüzlerce insanı mağdur ettiğini bilir; fakat iktidarından pay almak ve zengin olmak adına buna göz yumar. Aynı mağduriyet kendi başına geldiğinde bile yaptığı suç ortaklığıyla yüzleşmekten geri durur ve yaralanmış bir hayvan gibi saldırır, kocasını ele verir ve hapse girmesine neden olur. Bütün bunların sebebi kuşkusuz ki narsisizminin zedelenmiş olmasıdır. Hala bir çocuk gibi bütün dünyanın kendisi için var olduğuna, her türlü imkânın kendisi için seferber olması gerektiğine inanır. Aksi bir durumla karşılaştığında öfkelenir ve yine kaçarak, bu defa pasif agresif bir biçimde karşısındakine saldırır. Bu öyle büyük bir agresyondur ki, kocasının yok oluşuna sebep olur.
San Francisco’da tanıştığı politikacı adayı Peter’la yaşadıkları da buna benzer bir tablo ortaya koyar. Herkesin içinde Lacan’ın ayna evresi diye tabir ettiği, konuşmayı öğrenmeden hemen önceki dönemde oluşan bir ideal egosu vardır. Bu, kişinin ötekinin gözündeki en ideal halidir ve dolayısıyla da ötekinin arzusuna göre şekillenir. Bu arzunun altında annenin tam istediği gibi bir çocuk olmak yatar. İdeal egonun gerçek kendilikle bir ilgisi yoktur, hayalîdir. En iyi senaryo, yetişkin bir insanın gerçek kendiliğini kabul etmesi ve kendini yenilemek, geliştirmek, yaşam enerjisini verimli alanlarda kullanmak adına belli ölçülerde ideal egoya yakınlaşmaya çabalaması olur. Fakat her halükarda bunun yalnızca insanın kafasındaki bir resim olduğunu; zira hiçbir zaman ötekinin arzularını tam anlamıyla bilemeyeceğini ve bilse bile ona bütün bütün uyamayacağını bilmesi gerekir. Yoksa psikoz denilen, gerçeklikle bağların zayıfladığı, en uç noktasının tamamen kopmak olduğu bir ruh haline girer. (Bu durumun genetik ve biyolojik nedenleri bu yazının konusu olmadığı için girmiyorum.) Jasmine, bu teorik çerçeveye cuk oturur; inkâr mekanizmasının vücuda gelmiş hali gibidir. Kendi gerçekliğiyle bir türlü barışamadığı için onu her daim reddeder, yok sayar. Başkalarına kendini değil, olmak istediği kişiyi tanıtır. Peter’a yaptığı tam da budur. İç mimar olmak ister ve olmadığı halde Peter’a bu işi yaptığını söyler. Artık parası yoktur, ama zenginliğinden dem vurur. Bir oğlu olduğu halde çocuğu olmadığını söyler. Hayallerle örülü iç dünyası bir çocuğunkini andırır; fakat artık çocuk değildir, aksine kendi çocuğu vardır. Oğluyla ve başka insanlarla ilgili sorumluluklarını büyümemiş kişiliği dolayısıyla devamlı erteler ve sonunda da başkalarının yok oluşuna neden olacak kadar agresif tutumlar içine girer.
Jasmine’in kullandığı bir diğer gelişmemiş savunma mekanizması ise yansıtmadır. Yalnızca Freud ya da Lacan’ın değil, sayısız düşünürün de ifade ettiği gibi insan kendini başkalarının aynasında tanır. Tek başına hiçbir anlam ifade etmeyen bu varlık ilk defa onu kucağına alan bakıcısından, öldüğü anda yanındaki insanlara kadar her an “ötekilere” ihtiyaç duyar. Onlarla girdiği maddî ve duygusal yakınlık yaşamsaldır. Öyle ki kimi araştırmalara göre sevgisiz büyüyen, yalnızca yiyecekle beslenen bebeklerin ölüm riski vardır. Bütün bunların gösterdiği üzere varlık ancak başkalarının varlığıyla mümkündür. Fakat özellikle modern zamanlarda kendilik bilinci insan hayatında önemli bir yer tutar. Bebekken kendiyle bakıcısı arasındaki sınırın farkında olmayan insan zamanla ego oluşumunu tamamlar ve dış dünyayla iç dünyası arasına bir sınır çeker. Bu sınırı deriye benzeten düşünürler vardır. Deri kimi zaman incelir, kimi zaman kalınlaşır; fakat hep oradadır ve insanı korur. Bununla birlikte kimi zaman insan uyaranların derinin içinden mi dışından mı geldiğinin ayırdına varamaz. Örneğin acıktığımız ya da üşüdüğümüz bir anda karşımızdakinin acıktığını ya da üşüdüğünü düşünebiliriz. Bu örneği çok daha karmaşıklaştırmak mümkün. Ergenler, kıskançlık, haset, korku gibi kimi tatsız duygularla baş etmek için bunların kaynağını başkasına atfetme yoluna giderler. Utanç veren bu tip duygular sanki derinin dışındaymış, ötekinin alanındaymış gibi hissederler. Yetişkin ve kendini tanıyan insansa bu duyguların kaynağını fark etmiş, kendisiyle öteki arasına sağlıklı bir sınır çekmiş insandır. Jasmine’in bu özellikten yoksun olduğunu görürüz. İktidardan pay almak, zenginliğinden feragat etmemek adına yıllarca kocasının yolsuzluklarına göz yumduğu halde, kocası kendini başkası için terk edince bütün suçu ona yükler ve mutsuzluğunun, acılarının kaynağı olarak onu görür. Suça ortak olduğu halde kendisini bütün olanların dışında tutarak kocasını polise ihbar eder. Bütün bunların ardından San Francisco’ya gittiğinde kız kardeşi Ginger’ı hak ettiği yaşama sahip olmamakla, kendini küçümsemekle, değersizleştirmekle suçlar. Onu daha iyi, daha zengin bir sevgili bulması için ikna eder. Ginger ilk başta ablasının sözlerini dikkate alsa da bu şekilde mutlu olamadığını fark eder ve eski mütevazı hayatına geri döner. Bütün bunlar dikkate alındığında şaşırtıcı biçimde kendini sürekli cezalandıranın, hep daha iyisini isterken her daim elindekileri kaybedenin Ginger değil, bizzat Jasmine olduğunu fark ederiz. Yani Jasmine değersizlik duygularıyla baş edemediği için bunları kardeşine yansıtır. Elbette bu durumun çeşitli sebepleri vardır.
İkisi de farklı ebeveynlerden evlatlık alınan Jasmine ve Ginger çok farklı kişiliklere sahiptirler. Jasmine küçükken uslu kız olmakla, ailesinin favorisi olmakla övünür. Ginger’sa oldum olası evin problemli çocuğudur. Ergenlikte evden uzaklaşmış ve zor şartlar altında yaşamak pahasına kendi ayaklarının üstünde durmayı seçmiştir. Jasmine ise zengin Harold’la evlenir ve New York’ta ultra lüks bir evde sosyetik bir yaşam sürer. Bu süslü ve gösterişli yaşam, onun maskesi olmuştur. Bu maskenin altında her türlü değersizlik duygusunu ve kendisini evlatlık veren ve yetiştiren iki ailesine de duyduğu öfkeyi saklar. Ginger gibi bunlarla yüzleşmek ve sonunda kabullenme yoluna gitmek, kendi yağında kavrulmak, her türlü imkânsızlıklara rağmen özgürlük için mücadele etmek yerine ona ağır gelen duyguları inkâr eder ve iç dünyasındaki açmazları için başkalarını suçlar. Bu resim, bize görünenin çoğu zaman gerçekte olanla ilgisinin olmadığını düşündürtür. Hamlet’in Ophelia’ya söylediği şu sözleri hatırlayalım: “Tanrı size bir yüz vermiş, siz tutup başka bir yüz yapıştırıyorsunuz kendinize. Kırıtmalar, fıkırdamalar, yapmacıklı konuşmalar, Tanrı’nın yarattıklarına uydurma ad takmalar, hayâsızlığı saflık gibi göstermeler… Hadi canım, ben yokum artık bunlarda, deli etti bunlar beni!” (Sabahattin Eyüboğlu çevirisi) Filmin sonunda anlarız ki bütün makyajının altında külçe gibi ağır bir suçluluk duygusu, öfke ve baş edemediği ne varsa hepsini taşıyan Jasmine, aslında büyümemiş bir çocuk gibidir, kendi zenginliğinin farkında değildir. Kendiyle o denli uğraşmaktadır ki, dünyadaki güzellikleri gözden kaçırır, eline geçen fırsatları bir bir geri teper. Sonunda da gerçeklikten bütün bütün kopar ve yalnızlığının içine gömülmüş bir halde bir bankta tek başına oturup hayatın kendisine yaptığı haksızlıklara hayıflanır durur.
Psikanalizin insana bakışında bana göre en güzel taraflardan biri onu yargılamak yerine anlamaya çalışması, her insanı kendi bütünlüğü içinde değerlendirmesi ve zenginliğinin farkına varmasıdır. Freud terapötik anlamda psikanalizi arkeolojiye benzetir; bu, analist ve analizantın birlikte gerçekleştirdiği uzun ve zorlu bir yolculuk gibidir ve sonunda bir yandan tanıdık, bir yandan da eşi benzeri olmayan yepyeni bir şehirle karşılaşılır. Bu bakış açısı hastalıklara, kimliklere, her türlü var oluşa farklı bir gözle bakabilme imkânı sağlamıştır. Filmin Jasmine’e yaklaşımı da bu yöndedir: Onu hor görmek, damgalayıcı bir anlamda “hasta” olarak etiketlemek yerine, sonunda geldiği noktaya sebep olan gizli kalmış mekanizmaları anlaşılır kılmaya çalışır. Başına gelenlerin bilinçdışından kaynaklanan sebepleri vardır. Dolayısıyla ortada bir suçlu aramak yersizdir. Sahip olduğu maddî zenginlik yalnızca bir kılıftır, içinde bir türlü büyüyemeyen çocuğun saklandığı bir dolaba benzer. Çocuğun aydınlığa çıkması ise, kapağı açmayı denemesiyle mümkün olacaktır. Bunun içindir ki insanın çağıracağı bir yardım eli kimi zaman hayatî önem taşır; çünkü bütün bu yükleri tek başına omuzlamak zordur. Freud’un vaka örneklerinden Küçük Hans ve teyzesi arasında geçen şu kısa konuşmaya bakalım: “’Teyze, konuş benimle; öyle karanlık ki, korkuyorum.’ Teyze ona seslenir: ‘Ne işine yarar ki? Beni görmüyorsun bile.’ ‘Sorun değil,’ diye cevap verir çocuk, ‘birileri konuştuğunda, aydınlık olacak.’” Filmde çizilen mutluluğun resmi, bütün tatsızlıklarına rağmen gerçekle barışmış, başkalarının aynasında gördüğü yansımasının hem kusurlu hem de benzersiz taraflarının farkına varmış, aydınlığa çıkmış bir insana benzer. Bu resimse yanı başımızda durur. Yeter ki görmek isteyelim…
Zeynep Arıkan
Bizi takip edin: