Öleceğini Bilmek ve Kanser
Dekapitasyon (kafanın gövdeden giyotinle ayrılması) sırasında kafesteki deney hayvanlarının yaşadığı paniği konuyla ilgili deneyimi olan her araştırmacı bilir.
Mamafih, kurban bayramlarında kaçışan kurbanlıklar herkesin malumudur…
Ölümün geleceğini bilmek dehşettir. Doğal olan budur.
“Ya kutsal değerler uğruna ölüme gitmek!” diyeceksiniz. Ben de size Çanakkale savaşında sevilenlere yazılan, hedefine varan ve varmayan mektupları hatırlatacağım. Ne yazar o mektuplarda? Özet… Hasrettir. Vedadır… Hüzündür…
Derken akıllara Hazreti Muhammed’in veda zamanları gelir. Öleceğini bilen Peygamberin gözlerinden yaşlar süzülür. Ağlamaktadır. Sahabelerin şaşkın bakışlarındaki anlamı kavrayan yüce ruh cevaben “geride kalacakların yaşayacağı hasrete ağlıyorum!” diyecektir…
Günümüzde öleceğini bilenler listesinde kanser hastaları herhalde başta gelir.
Yıllar süren birlikteliğimde onlarda gördüğüm ortak şeyin adı savaşmaktı. Boyun eğenler, feryat edenler, inkâr edenler, acılar içinde bile gülenler, kızanlar, isyan edenler, dua edenler, kaçanlar, konudan söz etmek bile istemeyenler, daha neler neler gördüm ama ağırlıklı çoğunluk en sıkıntılı kemoterapilere, ameliyatlara büyük bir umutla uyum göstermekteydiler… Tekrar ediyorum savaş vermek o canların ortak haliydi.
Normalde psikiyatride ölümden söz etmek kural dışıdır. Hekim o konuyu boş bıraksa iyi olur. Ama hasta istediği kadar konuşabilir. Dini açıklamalar, başka türlü inançlar, her şey rahatça ifade edilebilmelidir. Sessizce dinlemek gerekir. Hekimin görevi yaşanan sürenin kalitesini yükseltmek ve korumaktır. Hastaya yaptığı en güzel şeyler sorulur. Yapamadıkları ve yapmak istedikleri hakkında düşünceleri alınır. Kişi, ama her kişi, isyanlarda olandan, gülene oradan derin depresyonlardakilere dek her biri sonuna dek saygındır. Ve korumaya değer en önemli şey saygınlıktır.
Malum, ölüm kavramına sahip olmak, ölümün geri dönülmez bir yolculuk olduğunu bilmek, on yaşından önce nadirdir. Ama öyle kanserli çocuklar gördüm ki, babalarının “senin yerine ben kanser olsaydım!” diyerek taşan acılarına “sen dayanamazdın ki babacım!!” diye yanıt vereceklerdi.
Yine malum, gençler hiç bir zaman ölmeyeceklerini düşünürler. Gençliğin verdiği o cesareti ve yok sayışı er meydanlarında göğüs göğüse savaşlarda, en tehlikeli maceralarda neredeyse hep onlarda görürsünüz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak onlara özeldir. Gençliğin her türlü rengini, güzelliğini sergileyen çok sayıda kanserli hastam oldu. En zor okulları başarıyla okumayı sürdürdüler, her türlü bilimsel soruna inanılmaz yaratıcılıkla yaklaştılar. Bilinç, inanç, sağduyu hepsi ile sapasağlamdılar. Yüreklerinden sevgi taşmaktaydı. Hemen hemen hiç birinde bencillik göremezdiniz. Sevdalarında alabildiğine içtendiler. Her türlü aşk hikâyesinde filmlere konu olacak ihtişamdaydılar. Genç hastam Ekrem’in kemik iliği transplantasyon ünitesinde geçen yılları anlatılmaz bir enerjiyle dopdoluydu. Orada sevdalandı. Orada tuttuğu takıma moral verdi. Orada tüm hatlarıyla yaşadı. Ve fakat orada son nefesini verirken bile odasının önünden geçenlere “ben buradayım!” dedi. Yine yirmi üç yaşında bir Serkan geldi geçti. Mantar nedeniyle kaybettiği burnu için yaşadığım derin üzüntüyü hissetti, “üzülme hocam, nasılsa bir gün yok olacaktı zaten!” diyecek kadar empatisiyle capcanlı dipdiri idi… Dikkatinizi çekerim, ölümünden üç gün öncesinden söz ediyorum. .
Orta yaşa gelmiş, ardında bırakacağı yavruları, dostları, anaları babaları hatta yıllar boyu yalnızlıklarını paylaşan dost hayvanları olanlara ne demeli. Hayat bir işlevselliktir diye düşünüyorsanız kırılma noktasında buluverirsiniz kendinizi Bir kanserli olarak, gündüzleri arda kalacaklara, yaşadığınız derin hüznü göstermemek için insanüstü çaba sarf edersiniz, akşamları yalnız kaldığınızda karanlıklar göz yaşlarına boğuluverirler…
Ve ileri yaştakiler. Onlar kadar yalnız olmak istemezsiniz. Herkes sizi gözden çıkarmıştır. Doktorlar hariç diyeceğim ama onların bile ne yazık ki gözlerindeki mesleki hırs, kurtarma arzu ve hevesi epey bir düşmüştür. Oysa yaşamak herkes kadar yaşlıların da istediği, hak ettiği bir şeydir. Onların hayata, insanoğluna vereceği verebileceği çok şeyler vardır. Tecrübe ve akıl ne de kıymetlidir. Yalnız yapayalnız, çaresiz ölümü beklerler… Ne hazin… Meme kanserli yaşlı hastam için ameliyatı çok gören “yaşadı işte yaşayacağı kadar!” diyebilen “büyük cerrah”lar gördüm. Ne büyük ceza idi o öyle, ne zifiri karanlık ne yapayalnız kalış…
Sonuçta şairin dediği gibi ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasaydı diyeceğim.
Son sözlerimi bir bilim insanı olarak söyleyeceğim. Ölüm belki de değişmez gerçektir. Binlerce yıldır her canlı şu ya da bu nedenle ölmektedir. Geride kalanlar acı çekmekte, hasret duymaktadır. Ama hiç bir genetik süreç bu konuda adaptasyona, uyuma meydan vermemiştir. En büyük acıya genetik bir karşı koyuş olamamıştır. İlginç değil mi? Belki de olayın nesilden nesle aktarımı yukarıda saydığım yaşa ilişkin nedenlerle mümkün olmamaktadır, Ya da ölüm korkusu tüm benliğe, her hücreye hâkimdir ve sahiptir de değişimi imkânsızdır. Ya da, yine belki de o dehşet hissinin varlığı aslında yaşamı güvenceye alan ana itkilerdendir.
Ve en nihayet belki de değişim çoktan gerçekleşmiştir de insanoğlu aslen ölmek istemektedir. Yoksa Thanatos’dan neden söz etsindi psikanalizin kurucusu, Dr. Sigmund Freud. Ve ölümü bir Yaratana kavuşma, bir düğün olarak neden alsındı yüce Mevlana…
Sorular ve sorularla sonlandıracağım ölüm konusunu.
Ve okuyan her birinize uzun, sağlıklı, mutlu, onurlu bir yaşam dileyeceğim…
Sevgiyle kalın…
Bizi takip edin: