Ulusal Kimlik Ve Ruh Sağlığı
Gurbet ellerde, yüz metre ilerden benzin pompacısı ile aynı milletten olduğunu anlayabilmek… Ney sesinden etkilenip derinlere dalarken, viyolonselden hatıraları sökün etmesini ummamak. Milli maçlarda heyecandan yerinde duramamak. Aynı milletten olduğunuz için dışlanmak. Aynı dilden anlamak. Aynı atalara dede demek, nine demek. Çanakkale’de Conk bayırında tüyleri diken diken olmak. Misafirperver olmak. Konuklara zorla yedirmek. Acı eşiği yüksek olmak. Sabırlı olmak. Belirli bir millete mensup olmak… Ulus olmak. Türk olmak.
Evrensel değerlere ters düşme kaygısı mı? Yoksa ideolojik tuzaklar mı? Bilmem ama kimi dostlar bu Türk olmak tanımlamasına oldukça mesafeli dururlar, soğuk bakarlar. Peşin söyleyeyim ki bence Türk olmak bir üstünlük gerekçesi değil ama bir kimlik, kendilik tanımlamasıdır. Yani bizim ayrılmaz, yok saydığımızda parça parça olacağımız, ruhsal işgale uğrayacağımız mutlak parçamızdır. Herhangi bir ulusa mensup her bir insanın da kendi kimliğine sahip çıkması tabi ki, büyük önem taşır.
Aslında konu birçok açıdan defalarca kaleme alınmıştır. Ve alınagelmektedir. Ben konuya psikiyatrik açıdan şöyle bir değinmek isterim.
Mesela, dini inançları kuvvetli birisine zorla “Allah yoktur!” dedirtmek açık bir işkencedir. Başörtüsü yasağının yol açtığı travmalar herkesin malumudur. Kısacası kendiliğin herhangi önemli bir parçasının inkarı psikoza dek giden ciddi ruhsal yaralara yol açabilmektedir.
Malum, kişilik çözümlemesi denilen psikoterapi tekniği ile o şekilde parçalanmış olan “kendilik”ler restore edilmektedir.
Birkaç örnekle konunun önemini vurgulamak isterim. Alevi bir dostumun babacığı ömrünün sonuna dek toplumsal ayrımcılığa uğramamak için Sünni rolü oynamıştı. Silik, pasif, korkak ve tedirgin, kaybetmiş bir oyuncu olarak hayatı sona ermişti. Bir başka örnekte ise ateist rolü oynayan mütedeyyin bir hastamın ezik profili aklıma gelir. Nasıl da ağlayarak içini dökmüştü. Bir diğeri, Kürt kimliğini saklamak zorunda hisseden, doğrudan sorulduğunda “… ama ben İran Kürdüyüm!” diye korku içinde yanıtlayan, hayata tutunmaya çalışan bir işçi gencin trajik öyküsüdür… Fransa’da bir lokantada misafir ettiği arkadaşlarına “Sakın hesabı verme kavgasına tutuşup da Türk olduğumuzu açık etmeyin!” diye uyaran bir doktorun hikâyesi aklıma gelir.
Demem o ki, kişi kendi kimliğinin ana unsurlarını açıkça ifade edemediği takdirde, yakayı ele verme korkusu ile başta paranoya olmak üzere, depresyon, anksiyete ve daha binbir çeşit hastalığa kendini hazırlamak zorundadır.
Çok önemli bir tuzağa tekrar dikkat çekmek isterim. Nasıl ki bizim ulusumuz herhangi bir ulustan daha aşağılık değilse, bizim ulus da başka uluslardan daha üstün olarak tanımlanamaz. Mesele farklı olmaktır. Üstün olmak değildir. Ulusal kimliğimiz üstümüze giydiğimiz bize uyan biricik, tek ve en güzel kıyafetimizdir.
Kısacası ruhsal sağlığımızın sağlamlığı ile ulusal kimliğimize sahip çıkmamız arasında çok yakından ve doğru ilişki olduğunu ifade edersem yanılmış olmam.
Hatta biraz daha ileri giderek şunu iddia edebilirim; bir organ olarak beynimizin işleyişi, fizyolojisi içinde yaşadığımız kültürün bir türevidir.
Kimliğimizi yaşama şansımızı elimizden alan her türlü ideolojiye ve elitizm tuzağına karşı dikkat diyor, paranoyasız, depresyonsuz, kişilikli bir hayat diliyorum. Aynı dilekle tüm farklı uluslara da buradan seslenmek, sevgi ve saygılarımı iletmek istiyorum.
Son söz olarak bize ulusal kimliğimizi özgürce ve kolayca yaşama şansı tanıyan başta yüce Atatürk’ümüz olmak üzere tüm atalarımıza ruh sağlımızı borçlu olduğumuzu ifade etmeden geçemeyeceğim.
Kalın sağlıcakla…
Bizi takip edin: