Ayakkabıcının Psikolojisi

Barselona’da sıcak bir yaz. Öğlen sıcağı. Ve ayakkabımın tabanı sizlere ömür. Yeni bir ayakkabı için para yok. Zaman kısıtlı. Toplantıya yetişmem lazım. Anlayacağınız durum vahim. Sokaklar ufak kafelerle cıvıl cıvıl. Mecburen oracıkta bir sandalyeye iliştim. Düşüncelerdeyim. Şansıma küfürlerdeyim.
Derken, o da ne, bir ayakkabı boyacısı. Sanki hazreti peygamberlerden birini görmüş gibiyim. Tarihin derinlerindeyim. İspanya’da 2001’de öğlen saat iki de…
Küçük bir sandığı vardı. Tahtadan. El yapımı. Eski. Yaklaştı. “Boyamamı ister misin?” dedi. Hem de oldukça düzgün bir İngilizce ile. Ona kendimi anlatabileceğimi bilmek ayrıca bir konfordu ki acayip…
Kavruk bir adamdı. Elleri boyalı. Ayağında eski bir ayakkabı. Gömlek, pantolon… Ama olabildiğince bakımlıydı. Gözlerinden “Merak etme, hallederiz!” ayeti okunuyordu. Ruhumda bir sevinç. Tek kelimeyle mutluyum. Huzurluyum. Ki paha biçilmez…
“Seni Allah gönderdi!” dedim. Pek bir anlam veremedi. Bir an baktı. Sonra, düz bir afekt ile sorusuna döndü. “İster misin?” diye tekrarladı.
Ayakkabının tabanını gösterdim. Aldı, mahir bir adamdı. Belliydi. Şöyle bir baktı. Sonra küçücük sandığındaki sayısız minik çekmecelerden çiviler ve bir de çekiç çıkardı. İnanılmaz! Örs bile buldu oracıktan.
Kısa süre içinde ayakkabının tabanı yerindeydi. İşlevseldi.
Etraftan gelen geçen, neredeyse herkes bir bakmadan etmiyordu. İçimden utanıyordum. “Zavallı ayakkabıcıyı adeta bir köle gibi çalıştırıyor!” diye düşünüyorlardır diyordum. Böyle nedenini bilmediğim bir kompleks içindeydim. Ancak fikrin evrilmesi, tersine dönmesi uzun sürmedi.
İş bitmiş sıra ödemeye gelmişti. “20 Euro!” dedi. Ki dediği anda acınacak durumda olan bendim artık. Ayakkabının değeri o kadar değildi vallahi, vesselam. Bunu boyacıya söyledim.
Tek kelime söyledi. “Labor!” Bizdeki karşılığı “emek” miydi ne!? Hak ettiğinden o kadar emindi ki pazarlık falan, Ferrari alırken mümkündü ama o anda o adamla imkânsızdı.
Kazık mı yiyordum, farklı ve fakat yaşamsal bir ders mi alıyordum? Etkisi bu güne, şu ana uzanan bir soruyla karşılaşıyordum. İkisinden birini tercih etmem gerekiyordu. Ben dersi seçtim.
Demek etraftan geçenler emeği saygıyla selamlıyorlardı. Bakışlarıyla… Bu terbiye belli ki kolay edinilmemişti…
Buralarda da işçiler benzeri rakamları hatta daha fazlasını kolay telaffuz etmekteydi ama sanki bir ses “Sen o kadar eder misin ki?” demeyi ihmal etmemekteydi. Psikolojik meseleler enikonu. Barselona’daki ayakkabıcının ise etraftan geçenler kulağına “Sen değerlisin!” diyorlardı…
Sonuçta, yaptığı işin değerini bilmeyenlerin yolu depresyona çıkarken, İspanyol boyacı, Noel Baba edasıyla hayatı mutlu mesut yaşamaktaydı…
Bu “değerini bilmek” kendi kafamızda bir an önce başlasa iyi olacak gibi. Tabi değerini bilmekle kazık atmak arasındaki ince çizgiye dikkat ederekten. Yani işi psikopata bağlamadan… Yine işi sermaye düşmanlığına taşımadan… Emeğin para, paranın emek olduğunu unutmadan.
Bizi takip edin: