Hekimliğe dair bir iki söz!
Sabah saat beş. Ondan evvel hiçbirimiz gelemezdik. Bizlerle yarışır ve kazanamadığı zaman öfkelenirdi. Ondan sonraya da kalamazdık. Neredeyse dövecek kadar kızardı.
Koğuşa girdiğinde ilk işi; hiçbir personelin yaklaşmak bile istemediği, cilt altı irinle torbalanmış, korkunç berbat kokan hastasını ziyaret etmekti. Pansumanını bizzat kendisi yapar, hastayla şakalaşır, başını okşardı.
Benim rol modelimdi Hayrettin Cebeci Hoca. Yıllar önceki ameliyatlarının detaylarını bilirdi. Hastalarını isimleriyle tanırdı. “Hiç kimseyi kapımdan geri çevirmedim!” derdi. Hem ilimde hem de özel hekimlikte olağanüstü çalışkan ve başarılı bir doktordu.
1985 yılı, temmuz ayında mezuniyet törenimiz vardı. Gitmemizi istemedi. “Hastalarla ilgilenin. Ne işiniz var törende, mörende!” diyordu. Onu haklı bulmuş, hekimliğe verdiği değeri olanca içtenliğimle gözlemiş ve kabul etmiş, önünde saygıyla eğilmiş bir vaziyette “”Tamam hocam ben kalıyorum” Demiştim. Diğer sınıf arkadaşlarımın gözlerindeki ateş hala aklımdadır. Grev kırıcı işçi vaziyetinde, çok antipatik bir haldeyim. Ama hekimlik başka bir şeydi. Arkadaşlarımı da ikna etmeyi başardım. Sonunda hocanın sevgisi kabaracak ve hepimize tören için izin verecekti. Ne güzel bir insandı o!
Aradan yıllar geçmişti. Hala idealimdi.
Her bir meslektaşımın anlatacağı çok hikayeler vardır. Emin olabilirsiniz. Ne zaman bir araya gelsek durmadan onlardan konuşuruz.
Mesela, bir gün sevgili uzmanım Şenol Turan ile, ki şu anda ülkenin değerli psikiyatri profesörlerinden oldu, odamda gün sonunda sohbet ediyorduk. Akşam üstüydü. Bina derin bir sessizliğe gömülmüş, ikimizin sohbetini dinliyordu sessiz bir saygıyla adeta.
O anda, orta boylu bir adam belirdi. Kapıyı olağanüstü bir ürkeklikle tıklattı. Buyur ettim. Ne istediğini büyük bir dikkat ve nezaketle sordum. “Sizi ziyarete geldim” Dedi. Boynundaki fular, cilalı ayakkabılar, jilet gibi ütülü pantolonu, harika ceketi ve gömleği ile yakışıklı bir beydi.
Buyurun oturun dedim. Ürkekliği azalmıştı. Ama yine de kibar bir şekilde “iki kelime sözüm var size o kadar” Dedi. Rahatsız etmek, zamanımı almak istemediğini ifade etti. Büyük merak içerisinde idim. “Ben, bundan aylar önce yanık ünitesinde her yerim sargılı ciddi yanık tedavisi görüyordum. Tüm vücudum yanmıştı. Her sabah vizite gelen insanlar aralarında “maalesef yaşama şansı yok!” diye benden söz ediyorlardı. Benim gözlerim kapalı halde tepki veremeyecek durumda olduğumdan onları duymadığımı sanıyorlardı.
Fakat tam o günlerde bir ses işittim. Kulağıma yaklaşmış bir adamın sıcak nefesiyle karışık dostça bir ses “Sen kefeni yırsın dostum! diyordu. İşte o dört kelime beni bugüne taşıdı. Derinden inandım ve bugün burada o esin sahibinin karşısına dek geldim. Size duyduğum saygı ve minneti ifade etmeden bu dünyadan göç etmek istemedim”. Dedi. Şaşkın bakışlarımdan kurtulup teşekkür etmeme bile fırsat tanımadan. Aynı saygıyla odayı terk etti. Şenol ve ben o psikiyatri konsültasyon olayını hiç hatırlayamadık. Sanki bir mesleki olağanlık içinde yaşanmış gitmişti
Her hekim gibi benim de buna benzer daha çok, ama çok anılarım var. Hepsi başarı öyküsü değil tabi. Bir o kadar da baltayı taşa vurmalarım olmadı değil.
Dünkü, 2023 yıl sonu toplantısında muayenehanemizdeki değerli iş arkadaşlarımla konuşurken küçük bir hesapla kırk bin saat konuştuğumu fark ettim. On yılda kırk bin saat. Hata yapmamak için bayağı makina olmak gerektiği aşikar bir durum. Değil mi?
Örneğin; sağlığına kavuşmuş bir hastama “Sen benim eserimsin. Kendine çok iyi bak!” Deme gafletinde bulunmuşluğum vardır. Bereket, hastam benden daha sağlıklı idi de şöyle bir alttan bakışla kendime gelmemi sağlamıştı. Sonra, bir başka defasında hastama size terapi uygulama şansım yok, zira yıllar içerinde hasta-hekim ilişkisini aşan biraz dostluk, biraz hekimlik falan, duygular işe karıştı. Demek isterken “Size karşı boş değilim ki, ondan terapi yapamam!” deyivermiştim de yanında oturan saygıdeğer beyefendi eşi, bir yandan ne diyeceğini bilemeyecek, ama bereket versin, bir yandan da saflığımı anlayıp hoş görmek zorunda kalacaktı!
Doğru tanıya, dört yılda ancak ulaşabildiğim, semptomlarını ustaca saklayan bir hastama ve yakınlarına karşı hala yetersizlik ve hatta biraz da suçluluk duyarım.
Şimdi aklıma, yine tıp fakültesi son sınıf cerrahi rotasyonundan bir hocamla aramızda geçen diyalog geldi. “Bak oğlum” dedi batını açık, kalın bağırsağı keman yayı gibi gerilmiş bir hastayı ameliyat ediyor, durumu düzeltmeye çalışıyordu. Operasyon saatler sürmüştü. Sonunda cildi kapatırken dedi ki;
“Bu meslek eşekten düşmeyi kaldırır ama minareden düşersen ölürsün!”
O vaka minareden düşen bir hekimin eseriydi.
Eşekten çok düşmüşlüğüm var, (ki ben eşekleri çok severim bu arada), ama Allah minareden düşenlerden etmesin. Diye sürekli dua ve teyakkuz halindeyim.
Eğer içinizde “minareden de düştün sen!” diyenler varsa, hakkınızı helal edin, diyerek bu yazıyı noktalamak isterim.
Son bir iki sözüm de hekime kalkan ellere olsun.
Neyse, onlara bir şey söylemekten vazgeçmeyi, kendilerini Allah’ a havale etmeyi, tercih edeceğim. Ve hiçbirine hakkımı asla helal etmeyeceğim.
Onların dışında kalan çok büyük bir çoğunluğa, sağlıklı bir yıl diliyor ve o eski günlerdeki gibi olmalarını istiyorum. Hani, doktora giderken en güzel kıyafetlerin giyildiği tertemiz huzura çıkıldığı günler…
Sevgi ve saygıyla selamlıyorum, hekime saygı duyan ve onları seven herkesi…
Bizi takip edin: