Benliğin ilk adımları

Hepimiz bir zamanlar bir başkasının vücudunun içinde, onunla iç içe geçmiş bir halde var olduk. Bu, her insanın paylaştığı, istisnası olmayan evrensel bir başlangıçtır. Peki, bu “vücut içinde vücut” olma hali, dünyayı algılama biçimimizi ve “ben” dediğimiz o en temel kavramı nasıl şekillendiriyor?
Geleneksel görüş, anne karnındaki bebeği (fetüsü), dış dünyadan yalıtılmış, pasif bir şekilde büyümeyi bekleyen bir canlı olarak görür. Ancak güncel sinirbilim ve felsefe yaklaşımları bu bakış açısını temelinden sarsmaktadır. Bilimsel veriler artık anne ve bebeği birbirinden bağımsız iki ayrı sistem olarak değil, “eş-bedenlenme” (co-embodiment) ve “eş-homeostaz” (co-homeostasis) süreçleri içinde birbirine sıkı sıkıya bağlı tek bir dinamik yapı olarak tanımlıyor.
Tahmin yapan makineler olarak insanlar
Modern sinirbilimin en dikkat çekici kuramlarından biri olan “Öngörüsel İşleme” (Predictive Processing), beynimizi sürekli geleceği tahmin etmeye çalışan bir “tahmin makinesi” olarak görmektedir. Beynimiz, hayatta kalmak için vücudun içinden ve dış dünyadan gelen karmaşık sinyalleri anlamlandırmaya çalışırken kendi modellerini oluşturur. Bu modeller, beynin yaptığı “ilk tahminlerin” ve beklentilerin aslında daha biz doğmadan, annemizin bedeniyle kurduğumuz o derin bağla başladığını savunmaktadır.
Anne karnında sadece büyümüyoruz!
Fetüsün anne karnındaki hareketleri sanıldığı gibi rastgele refleksler değildir. Yapılan gözlemler çarpıcı sonuçlar ortaya koymaktadır:
- Dokunma keşfi: Daha 8-10 haftalıkken fetüslerin, sinir uçları bakımından zengin olan yüz ve dudak bölgelerine özellikle dokundukları gözlemlenmiştir. Bu, bebeğin kendi bedeninin sınırlarını keşfettiği bir tür “öz-uyarım” döngüsüdür.
- Sosyal ilk adımlar: İkiz bebekler üzerinde yapılan çalışmalar, bebeklerin daha 14. haftada birbirlerine yönelik bilinçli hareketler yaptığını ortaya koymaktadır. Bu hareketlerin hızı ve hassasiyeti, rahim duvarına yapılan rastgele vuruşlardan farklıdır ve bir tür “sosyal planlama” içermektedir.
Eş-homeostaz: İki beden tek denge
“Homeostaz”, vücudumuzun iç dengesini (sıcaklık, şeker oranı vb.) koruma çabasıdır. Hamilelikte ise bu süreç tek kişilik bir iş olmaktan çıkar. Anne ve bebek, eş-homeostaz içindedir; yani bebeğin hayati verileri, annenin fiziksel durumuyla doğrudan etkileşim halindedir. Bir anne stres yaşadığında yükselen kortizol seviyeleri bebeği de doğrudan etkiler; bebek bu biyolojik süreçten “kaçamaz”.
Bu ortak yaşamda plasenta, sadece bir besin kaynağı değil, iki beden arasındaki biyolojik pazarlığı yöneten bir “ilişki organı” görevi görmektedir. Bebeğin henüz gelişmemiş olan sistemleri, annenin sistemleri aracılığıyla bu dengeyi sağlamaktadır.
Sosyal bir varlık olarak doğmak
Yetişkinlikteki karmaşık algılarımızın temelinde anne karnındaki bu “ortak yaşam” deneyimi yatmaktadır. Bizler dünyayı tek başımıza değil, daha en baştan bir “başkası” aracılığıyla öğrenmeye başlıyoruz. Bu durum, sosyal bağlarımızın ve empati yeteneğimizin neden bu kadar köklü olduğunu da açıklıyor.
Görünen o ki, benlik dediğimiz o eşsiz yapı, bir boşlukta değil, iki bedenin birbiriyle girdiği bu muazzam biyolojik etkileşim sonucunda inşa ediliyor.
KAYNAKÇA:
– Ciaunica, A., Constant, A., Preissl, H., & Fotopoulou, K. (2021). The first prior: From co-embodiment to co-homeostasis in early life. Consciousness and Cognition, 91, 103117. https://doi.org/10.1016/j.concog.2021.103117
Bizi takip edin: