Profesör Doktor Günsel Koptagel-İlal Hocanın ardından
Elveda Hocam!
Ölenle aranızda bitmemiş hesaplarınız yoksa, ayrılık size dehşet vermiyor. Ve eğer dehşetlerle dolu bir hayatınız varsa, ölenin ardından ne hissettiğinizi tarif bile edemiyorsunuz.
Ama ben, her şeyi bir yana koyup anlatmaya çalışacağım.
1980, Cunta zamanları. Cerrahpaşa psikiyatri anabilim dalı stajındaydım. Anneannemin doktoruydu. İlk tanışıklığım öyle olmuştu.
Fakültede bilimsel araştırma kulübü kurmuştuk, sevgili kardeşim Abidin Özçelik ile ben… Ne çok arkadaş ilgilenmişti. Onların çoğu şimdi kendileri hoca. Ahmet Dobrucalı, Ümit Biçer onlardan sadece ikisiydi… Güzel insanlardık. Halkımız mutlu olsun istiyorduk. Bilimsel süreçte yer almak, çırak olmak istiyorduk.
O yıllarda, dekan Bülent Berkarda Hoca; “burada size bilim adamlığı değil doktorluk öğretiyoruz! Terzilik yapacaksınız anlayacağınız!” Diyerek abartılı hevesimizi dizginlemeye çalışırken, bizlerin başına Günsel hocayı görevlendirecekti. Hepimiz, bir heyecan, psikiyatrinin seminer salonuna doluşacak, hocanın ağzından çıkacak sözlere, nefesimiz kesilmiş, kulak kabartacaktık. O, “bilimden başka hiçbir amacımız yoktur!” diyerek imza toplamamızı isteyiverdi. Böylece, yıllar sonra hem bizi hem de kendini korumayı hedeflediğini söyleyecekti.
Ama tüm tedbirler boşa çıkmış, hocanın, Cunta tarafından görevine son verilmişti. Ünlü 1402 sayılı yasa bahane edilmişti. Komünist olduğu ihbar edilmişti. Olayın geri planına dair çok sayıda duyumlarımız vardı. Ama bugün hiçbirinin kıymeti kalmayacaktı. Zira, herkes ölümü tadacak ve kubbede kalan sedada ihbarlar jurnaller olmayacak, insanlığa yapılan katkılar yerini alacaktı.
Hocayla tekrar buluşmamız 1992 de olacaktı. Ben yurtdışından, Amerika’dan dönmüştüm. O da öyle… Almanya’dan. İkimiz için de zor günlerdi. Rektör danışmanından yardım istemeye gittiğimde, ki Kemal Alemdaroğlu Hocaydı o; “Günsel hocayla iş birliği yapın” diye taktik verecekti. İyi ki de verecekti. Zira o günden sonra adeta bir savaş yaşanacak ve biz kazanacaktık. Benim gençliğim, heyecan ve motivasyonum şaha kalkacaktı. Onun orkestrasyonunda ilerleyecek ve bugünlere gelecektim.
Birlikte, Bulgar göçmenlerini analiz edecek, psikosomatik-psikoterapi şimdiki adıyla konsültasyon-liyezon psikiyatrisi bilim dalını kuracaktık. Ben orada elektrofizyoloji laboratuvarı inşa edecektim. Teşvikte sınır tanımayacaktı. Öyle ki, çok kısa bir sürede beş kitap, yedi kitap bölümü ve saygın atıf indekslerinde yer almış çok sayıda makale yayınlayacaktım. Yurt dışı ve yurt içi kongreler, posterler, konferanslar, düzenlenmiş toplantılar, Muhteşem yıllardı. 2000 yılına dek bu böylece sürüp gitti. Üç temel konumuz vardı; Damgalama, Etik ve Elektrofizyoloji… Şimdi bunları sizlere anlatıyorum ya, göz yaşlarımı göremiyorsunuz tabi… Kalbimin hüzünlü ve bir o kadar da sıcak çarpıntılarını da duyamıyorsunuz. Ama, eminim beni hissedebiliyor ve en azından anlıyorsunuzdur…
Her türlü insanlık dışı uygulamaya karşı tavrı netti. En son örneklerinden birisi, fakülte kurulunda yüzlerce “hoca” sessizce dinlerken o “bir insana başörtünü çıkar demekle, külotunu çıkar demek arasında fark yoktur” deme cesaretini gösterecekti. Cesur bir devrimciydi o…
2000 de hoca emekli oldu. İlişkimiz farklı bir boyuta taşında. Ebekızı sokaktaki ev-ofisinde yola devam ettik. Haftada iki gün, 5 yıl sürecek olan analiz-terapi karışımı yıllar… Kaybettiğim kendimi, arayıp bulmaya çalıştığım zamanlar.
Çok yerinde, kıvrak zekasıyla ve derin empati yeteneği ile yaptığı yorum ve kabul edişleri ile karmakarışık ruhumun karanlık labirentlerinden çıkmamı sağlayacaktı. Bir defasında ona “Kardeşiniz piyanonun tuşlarına, siz ise insan ruhunun tuşlarına ustaca basıyorsunuz!” demiştim. Hocanın kardeşi ülkemizin yetiştirdiği müstesna piyanistlerdendi. Bunu biliyordum.
Ruhsal dinamiklere o kadar hakimdi ki, çok az veriyle kişinin psikodinamiklarini, özgeçmişinden, soy geçmişine çok büyük bir rahatlıkla ve neredeyse inanılmaz bir doğrulukla sıralardı.
Uluslararası arenada olağandışı bir saygınlığı vardı. Dünya Psikosomatik derneğinde genel sekreterliğe dek görev vermişlerdi.
İşte, çok kısaca hocamız, benim gözümle böyle bir insandı.
Çok ruhlara dokunmuş, çok kişiye bilinç aşılamış, çağdaş, bilimsel değer sisteminin harika bir temsilcisi olmuş, emekçi, saygıdeğer usta bir hekim ve etik ilkelere inanılmaz saygılı, çok değerli bir hekim, bir bilim insanı.
Elveda hocam.
Dediğiniz gibi;
“sen bende bir şeyler taşıyacaksın, ben de senden…”
Kim bilir, bilim insanının ölümsüzlüğü böyle bir şeydir belki!
Bizi takip edin: