Zihin nasıl bilinçlenir?

Zihnimizin içinde hemen her an bir şeyler olmaktadır: Kimi zaman bir görüntüye bakar bakmaz içimiz ürperir, kimi zaman ise bir karar vermek için düşünür, tartar, ölçer biçeriz. Peki, bu deneyimler gerçekleşmekteyken arka planda bilinç nasıl işlemektedir?
Duygularımız ve düşüncelerimiz beyinde nasıl bir ilişki içindedir? Aklımıza gelen bu gibi sorular, yalnızca felsefenin değil, nörobilimin ve psikolojinin de temel gündemlerinden biridir.
Birçok teori, bilinçli deneyimler ile zihinsel işlevler arasında bir ayrım olduğunu ileri sürmektedir. Yani bir şeyi hissediyor olabiliriz ama onu fark etmeyebiliriz; ya da bilinçli bir deneyim yaşayabiliriz fakat bunu düşünsel süreçlerle işleyemeyebiliriz. Yine de bu ayrımı sorgulayan bir bakış açısı giderek güç kazanmaktadır: Belki de bilinç, düşünsel işlevlerden ve zihinsel erişimden başka bir şey değildir.
Bilinç: “Zihinsel Erişim” olmadan mümkün mü?
Bazı teoriler, bizlerin birçok şeyi bilinçli olarak deneyimlediğimizi ama sadece bir kısmına zihinsel erişim sağlayabildiğimizi iddia etmektedir. Örneğin bir görüntüye baktığımız esnada tüm detayları “görürmüş gibi” hissederiz ama aslında sadece birkaçına odaklanırız. Ortaya çıkan bu fark, “bilinç deneyiminin, zihinsel erişimi aştığı” savını doğurmuştur.
Fakat bu iddiaya eleştirel yaklaşan araştırmalar başka bir noktaya işaret etemktedir: Bir deneyimi yaşadığımızı söyleyebilmek için, o deneyime dair bilgiye erişebiliyor olmamız gerekmektedir. Çünkü bilimsel olarak bilinç üzerine konuşabilmek için, bireyin içeriğe yönelik bir tepkisi ya da raporu olmalıdır. Aksi hâlde o deneyimin yaşandığını test etmek mümkün değildir.
Bilinçli deneyim = İşlevsel erişim
Bahsi geçen bu bakış açısına göre, bilinç ancak belli bilişsel işlevlerle birlikte ortaya çıkabilmektedir:
- Dikkat: Ne üzerinde yoğunlaştığımız, neyi seçtiğimiz,
- Bellek: Bir bilginin geçici olarak zihinde tutulması,
- Dil ve karar verme: Gözlemlediğimiz şeyi tanımlama ya da ona tepki verme becerimiz.
Yani bilinçli deneyim, bu işlevler olmadan tanımlanamamaktadır. Bilinç, sadece beynin “bir şeyleri fark ediyor” olması değil, aynı zamanda onları işleyip anlamlandırabilmesiyle oluşmaktadır.
“Mükemmel Deney” ve bilimin sınırları
Hayal edelim: Beyindeki renk algısıyla ilgili bölgeler tamamen izole ediliyor, ama kendi başlarına çalışmaya devam ediyor. Bu kişiye bir kırmızı elma gösterildiğinde, sadece elmanın varlığını tanıyabiliyor; rengini göremiyor. Beyin aktivitesi var, ama “kırmızı” olduğu deneyimi yok. Çünkü renk algısı, diğer zihinsel işlevlere ulaşamıyor. Görüldüğü üzere bu deneyim bilimsel olarak test edilemez; çünkü kişi onun hakkında hiçbir şey söyleyemez.
Bu düşünce deneyi, bilinç ile işlevin birbirinden ayrılamayacağını gösteren güçlü bir örnektir. Bilimsel araştırmalar, deneyimlere dair bildirimler (örneğin bir şeyi “gördüm” demek) olmadan, bilinçli olup olmadığımızı ortaya koyamaz.
Özetle; zihni anlamaya çalışan her disiplin için yeni bir yön tayin edebilme potansiyeli taşıyan bilincin işlevden ayrı düşünülemeyeceği fikri, hem nörobilimsel hem felsefi açıdan güçlü bir argümandır. Her şeyden önce görülüyor ki bilinç bir durum değil, bir süreçtir ve zihinsel bir ekran gibi değil; daha çok bir etkileşim ağı gibi işlemektedir. Duygularımız, düşüncelerimiz, algılarımız ve hatıralarımız sürekli olarak birbirini etkilemektedir. Bu etkileşimlerin meydana geldiği yerde bilinç doğmaktadır. Bilinçli deneyimi mümkün kılan ayrı ayrı çalışan sistemlerin toplamı değil onların birbirine bağlanmasıdır.
KAYNAKÇA:
– Cohen, M. A., & Dennett, D. C. (2011). Consciousness cannot be separated from function. Trends in cognitive sciences, 15(8), 358-364.
Bizi takip edin: