Anksiyete beyinde nerede yaşar?

Günümüzde anksiyete, yalnızca psikolojik bir deneyim olarak değil, aynı zamanda beynin işlevsel ağlarında meydana gelen ölçülebilir bir değişim olarak da ele alınmaktadır.
Korku, endişe ve tetikte olma hâli, insanın hayatta kalmasını sağlayan evrimsel mekanizmalarla yakından ilişkili olmakla birlikte, bu tepkilerin kronikleşmesi halinde beyindeki belirli bölgelerin etkinliği değişmektedir.
Son yıllarda yapılan yüksek çözünürlüklü beyin görüntüleme çalışmaları, anksiyete bozukluklarının sadece belirli bir bölgeye değil, birden fazla işlevsel ağın koordinasyonuna dayalı karmaşık bir nöral yapıya yayıldığını ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda Janiri ve arkadaşlarının 2020 yılında JAMA Psychiatry dergisinde yayımladığı kapsamlı bir meta-analiz çalışması, anksiyete ve duygu durum bozuklukları arasındaki ortak nöral örüntüleri sistematik biçimde incelemiştir.
Çalışma, 226 fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) araştırmasını bir araya getirerek 4500’den fazla hastanın ve benzer sayıda sağlıklı bireyin beyin aktivitelerini karşılaştırmıştır.
Bulgular, anksiyete bozukluklarının depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile ortak beyin devrelerine sahip olduğunu, dolayısıyla bu klinik tabloların nörobiyolojik düzeyde birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığını göstermektedir.
Anksiyetede baskılanmış bölgeler: Prefrontal korteks ve insula
Meta-analizde, hastalarda en belirgin olarak sağ inferior prefrontal korteks, insula, inferior parietal lobül ve putamen bölgelerinde aktivite azalmaları (hipoaktivasyon) saptanmıştır. Bu bölgelerin tamamı, bilişsel kontrol, duygusal düzenleme ve dikkat yönlendirme gibi süreçlerde kritik rol oynamaktadır.
Özellikle inferior prefrontal korteks, uygun olmayan ya da aşırı duygusal tepkilerin baskılanmasında görev almaktadır. Bu bölgenin yetersiz etkinliği, kişinin tehdit veya stres uyaranına karşı uygun olmayan biçimde aşırı tepki vermesine neden olmaktadır. Benzer şekilde insula, içsel bedensel duyumların farkına varılması (interosepsiyon) ile ilgilidir ve bireyin “kaygı hissini” bedensel düzeyde deneyimlemesini sağlamaktadır. Bu bölgenin işlevinde görülen azalma, duygusal farkındalığın bozulması ve stres tepkisinin kontrolsüzleşmesi ile ilişkilendirilmektedir.
Araştırma, bu azalmış etkinliğin yalnızca anksiyeteye özgü olmadığını; depresyon, bipolar bozukluk ve TSSB gibi durumlarda da benzer biçimde görüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu durum, “duygusal düzenleme ağının” genel bir zayıflama sergilediğini ve farklı psikiyatrik bozuklukların ortak nöral zeminde buluştuğunu göstermektedir.
Aşırı uyarılmış bölgeler: Amigdala, talamus ve ön singulat korteks
Diğer taraftan aynı çalışmada, daha düşük istatistiksel eşiklerle yapılan analizlerde sol amigdala, talamus ve perigenual/dorsal anterior singulat korteks bölgelerinde aşırı etkinlik (hiperaktivasyon) eğilimi gözlenmiştir. Bu yapılar, korku ve tehdit algısının oluşumunda, duygusal hafızanın depolanmasında ve stres yanıtının başlatılmasında rol oynamaktadır.
Amigdala, tehlike sinyallerini hızlı biçimde değerlendirip bedensel savunma mekanizmalarını devreye sokmaktadır. Anksiyete bozukluklarında amigdalanın aşırı uyarılmış olması, bireyin zararsız uyaranlara bile tehdit anlamı yüklemesine yol açmaktadır.
Talamus, duyu bilgilerini kortikal merkezlere ileten bir geçit olarak görev yapmakta ve aşırı etkinliği, çevresel uyarıcılara karşı sürekli bir tetikte olma hâlini desteklemektedir.
Ön singulat korteks (ACC) ise duygusal yanıtların izlenmesi ve düzenlenmesinde görev almakta, aynı zamanda stres sırasında otonom sinir sistemiyle koordinasyon sağlamaktadır. Bu bölgenin aşırı aktivitesi, kaygının bedensel belirtilerinin (kalp çarpıntısı, kas gerginliği, nefes darlığı vb.) sürmesine aracılık etmektedir.
Bu üçlü yapı (amigdala, talamus ve singulat korteks) beynin “duygusal alarm sistemi” olarak işlev görmektedir. Anksiyete bozukluklarında bu alarm sistemi sürekli açık kalmakta, buna karşılık prefrontal kontrol bölgeleri yeterince devreye girememektedir. Bu dengesizlik, kişinin duygusal tepkilerini düzenlemekte zorlanmasına, yani anksiyetenin kronikleşmesine neden olmaktadır.
Bütüncül bir model: Denge bozulması kuramı
Elde edilen veriler, anksiyetenin beyinde hiperaktif limbik sistem ile hipoaktif kontrol sistemleri arasındaki dengesizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Bu durum, “duygusal beyin” olarak adlandırılan limbik sistemin fazla etkin, “düşünen beyin” olarak adlandırılan prefrontal alanların ise yetersiz olduğu bir tabloyu işaret etmektedir.
Normal koşullarda prefrontal korteks, amigdaladan gelen korku sinyallerini değerlendirip gerekirse bastırmaktadır. Ancak bu mekanizma zayıfladığında, birey tehdit algısını rasyonel biçimde sınırlayamaz hâle gelmektedir. Böylece anksiyete, bir savunma refleksinden çıkarak süreğen bir bilişsel ve duygusal hâle dönüşmektedir.
Transdiyagnostik yaklaşım: Ortak beyin fenotipleri
Janiri ve arkadaşlarının çalışması, psikiyatrik hastalıkları tekil kategoriler olarak değil, ortak nöral devrelerin farklı biçimlerde bozulması olarak ele alan yeni bir yaklaşımı desteklemektedir.
“Transdiyagnostik” olarak adlandırılan bu yaklaşım, depresyon, bipolar bozukluk ve anksiyete gibi hastalıkların benzer beyin bölgelerinde ortak işlevsel sapmalar gösterdiğini vurgulamaktadır.
Bu bakış açısı, hem tanı sistemlerinin yeniden düşünülmesini hem de tedavi hedeflerinin belirlenmesinde daha nörobiyolojik temelli bir yönelim geliştirilmesini sağlamaktadır.
Örneğin, prefrontal-insula bağlantısındaki işlevsel azalma yalnızca anksiyete hastalarında değil, depresyon ve TSSB’de de görüldüğünden, bu devrenin nöromodülasyon (örneğin TMS) gibi yöntemlerle hedeflenmesi, farklı bozukluklarda ortak bir iyileşme potansiyeli sunmaktadır.
Özetle, denilebilir ki; anksiyete, beyinde belirli bir noktada “yaşayan” bir duygu değildir; aksine, bir ağ bozukluğu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ağ, limbik sistemin (amigdala, talamus, hipokampüs) aşırı etkinliği ile prefrontal kontrol devrelerinin yetersizliğinin bir bileşiminden oluşmaktadır. Güncel nörogörüntüleme verileri, bu dengesizliğin yalnızca anksiyete için değil, depresyon ve diğer duygudurum bozuklukları için de geçerli olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla “anksiyete beyinde nerede yaşar?” sorusunun yanıtı, tek bir anatomik adres değil, dengeyi yitirmiş bir iletişim ağıdır. Bu ağı yeniden düzenlemeye yönelik girişimler (gerek psikoterapi, gerek beyin uyarım teknikleri (Derin TMS, TMS, tDCS vb.), gerekse farmakolojik müdahaleler yoluyla) beynin doğal esnekliğini (nöroplastisiteyi) yeniden harekete geçirmekte ve anksiyetenin biyolojik temelini onarmaya hizmet etmektedir.
KAYNAKÇA:
– Janiri D, Moser DA, Doucet GE, et al. Shared Neural Phenotypes for Mood and Anxiety Disorders: A Meta-analysis of 226 Task-Related Functional Imaging Studies. JAMA Psychiatry. 2020;77(2):172–179. DOI: 10.1001/jamapsychiatry.2019.3351.
Bizi takip edin: