Yas
Yas… Ölenin arkasından hissedilen şeylere dair yazmak istedim. Yakın zamanda ülkemizi yasa boğan, Soma’da yaşanan ve onlarca, yüzlerce maden işçisinin ölümü ile sonuçlanan o facia nedeniyle depreşen anılarımı paylaşmak istedim. Babamı kaybettiğim o günleri hatırlayıp ölen insanların ardında bıraktığı sevenlerinin yerine kendimi koyup derin bir hüzün duydum ve ağladım. O kadar derin bir hüzün duydum ki kurşun gibi ağır geldi. Fazla dayanamadım ve unutmaya çalıştım. Ben unutmaya çalıştım ama ruhum buna izin vermedi. Son iki gündür sürekli kabus gördüm. Yatakta, bir o yana bir bu yana dönüp durdum. Rüyamda yüzlerce ceset gördüm. Tekrar diriliyorlardı. Uyumak mümkün değildi. Kan ter içinde uyanıyordum… Babam öldüğünde 51 yaşındaydı. Ben ise 25… Küçük kardeşim 20, en küçük kardeşim henüz 15-16 yaşlarındaydı.. Tahminen ani bir miyokart enfarktüsü geçirmiş ve beklenmedik bir anda gidivermişti. Sonsuzluğun içine dalıp kaybolmuştu. Yoktu. Gelmeyecekti. Artık hiç bir şeyimizi onunla paylaşamayacaktık. Talepte bulunamayacaktık. İnanılmaz bir şekilde her şey bitmişti. Ölüm haberini bir savcı vermişti. Buz gibiydi. Duygusuz. “Babanız öldü!” İri-yarı mavi gözlü sarışın adamı az daha tüm gücümle tokatlayacaktım. Bir iki küfür savurduğumu ve bağırdığımı hatırlıyorum. Polisler devreye girdi. Bereket babam hatırı sayılır bir yargıçtı. Savcının şaşkın bakışları arasında kimse beni ellememiş hatta polisler nazikçe beni savcıdan ve ortamdan uzaklaştırmışlardı. Cenazesi yıkanırken babamın, yakın arkadaşlarından biri “Gel bak” dedi. “Bak insan eliyle olmadı bu ölüm”. İçimden “ne önemi olabilir ki?” dediğimi hatırlıyorum. Ancak yıllar sonra diğer insanların deneyiminden öğrendim ki önemliydi. Kendi kendime “Artık baban yok! Çok çalışmalısın… Bu acımasız dünyada tek başına ayakta durmalısın!” demiştim. İşte o cümle benim hayatımın dönüm noktası olmuştur. Bir psikiyatrist arkadaşım “Ben de babamı kaybettiğimde aynı şeyleri yaşadım. 6 ay içinde tedricen acı hafifliyor, Geriye hasret kalıyor.” demişti. Günler boyu o 6 ayın sonlanmasını istedim. Ben de o 6 ay tam 20 yıl sürdü. Usta bir psikanaliste göre babamla aramızdaki iletişim sorunları ve bitmemiş hesaplar bunda rol aldı. Bana sorarsanız basitçe her derdimi dert edinen tek ve en yakın dostumu kaybetmiştim… Hasret ve göz yaşlarına gelince; değil mi ki, ölümü alabildiğine doğal karşılayan, hatta peygamber mertebesine ulaşmış en bilge kişiler bile yaşanacak hasretten hüzün duyup ağlamışlardır, ağlamaktan ve hüzünden doğal ne vardır? Hele maddi imkansızlıklar içinde, kardelen çiçekleri gibi solan o maden işçilerinin ardında bıraktığı yavrucaklar… O işçinin sedyeye yatarken “Ayakkabımı çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin.” demesi… Daha fazla yazamayacağım ve o sıklete dayanamayacağım… Kısacası hepimize derin bir yas çöktü ki, bunu hissetmemek elde değil… Ne diyeyim, başımız sağ olsun… Dostlar sağ olsun.. Böyle dönemlerde benim babası ölen meslektaşım gibi duygudaş, savcıyla arama giren o insanlar gibi babacan ve nazik olmak gerek… Düşünüyorum da duygularımızı paylaşmanın tam zamanı diyorum. Olay insan eliyle mi olmuş? Yoksa doğal mıydı? Çok önemli bir ayrım tabi ki.. Ancak, fazla üzerinde durup arsızlaştırmak istemem kimseyi… Kimsenin kimseye düşman olmasını istemediğim gibi… Kısacası derim ki; eğer insan eliyle olmuşsa vicdanlara teslim etmek lazım. Ona da vicdan lazım. En az, tekrarını önlemek için gereken akıl kadar vicdan!
Bizi takip edin: