Geçmişin hesabını sormak
Geçmişin hesabını sormak… O gerçek bir entelektüeldi. Öyle ki, 1982 yılının Nobel ödülünü Gabriel Garcia Marquez’in kazanacağını daha sonuçlar ilan edilmeden tahmin edebilmişti. Ve o yıllarda biz 22-23 yaşlarında idik. Ve hatta okur-yazar oranı utanılacak düzeyde bir ülkede idik. 12 Eylül öncesi yıllardan söz ediyorum. Günde on beş, yirmi fidanın devrildiği dönemlerden. Şimdiki neslin anneleri-babalarından.
Yine yeni neslin, kulaktan dolma bir-iki şey dışında hiçbir şey bilmedikleri ve o ana-babaların adeta her şeyi unuttukları zamanlardan. Bizlerin Cerrahpaşa-Edirne Tıp anılarından…
O, tuhaf, acı, korku dolu ve insanların birbirinden alabildiğine şüphe duyduğu, dehşet dolu anılardan sıyrılmışçasına, tam on yıl sonra bir gün çıkageldi. Sarışın mavi gözlü, hayat dolu adamın yerini, beti benzi solmuş, dişleri dökülmüş sanki yıllar üzerinden tank gibi, cemse gibi geçmiş bir adamdı gelen. Gözlerim bir yerden ısırır gibiydi. Kendisini tanıtmasa tanımam imkânsızdı.
Aylarca kaçtıktan sonra yakayı ele vermiş, insanlık dışı türlü işkencelerden geçmiş, böbreklerini yitirmiş, bedenen yıkılmış bir haldeydi. “Bedenime bak, ruhumu gör!” dercesine, derin bir depresyonda olduğunu ve biraz daha yakından bakınca, hastalığına travma sonrası stres bozukluğunun eşlik ettiğini öğrendim.
Canım arkadaşıma yardımcı olabilmek için tüm benliğimle seferber olmuştum. Ben ise henüz daha yeni doçent olmuş, derin sıkıntılar içinde, odası vs. olmayan, elinde çanta her gün fakülteye gidip gelmek zorunda kalan bir adamdım.
Sanki her ikimiz de hâlâ o melun yılların bitmeyen hesabını öder gibiydik. Oysa hesap vermesi gereken biz miydik, bilemiyorduk… Derin bir sessizlik vardı. Sağcı solcuyla, solcu sağcıyla hesaplaşacak bir şey bulamıyordu. Nihayetinde herkes sanki aynı aileden birer farklı kardeş gibiydik. Acınacak haldeydik. Utanç içindeydik, şaşkındık, eziktik, korkaktık… Kaybettiğimiz geçmişi bırakmış, hiç olmazsa geleceği kurtarma çabasına düşmüştük. Ona o yılların en iyi ilaçlarından birini verdim. Bir ay sonra geri gelmesini söyledim. Neden bir aydı? Bilimsel nedenle miydi? Yoksa onun korku dolu yılları yok saymama engel olacak kadar gerçek olmasından mıydı? Bilemedim…
Bir ay sonra “Sana teşekkür etmeye geldim” dedi. “Beni vurdumduymaz yaptın!” Antidepresanların ne yaptığını bir insan ancak o kadar berrak ifade edebilirdi. Hâlâ o, bir aydın, bir entelektüeldi. Düşüncelere dalıp gittiniz değil mi? Bazılarınızın söz etmek istemediği, çoğu duygusal mantıktan yoksun anılarla geçmiş dönemlere uzanmak hoş olmadı biliyorum. Birbirimizi sorumlu tutamayacağımıza göre, peki uluslararası bir oyunda kündeye mi gelmiştik? Başka devletleri mi suçlamalıydık?
İnsan soruyor; “Hangi millet o kadar enayilik etti ki? Tarihte bir örneği daha var mı ki yaşadıklarımızın?” Ne ettiysek kendimize ettik vesselam, bunu iyice anlamak gerek. Malum yumuşak karınlarımız olmayaydı kim at oynatırdı pırlanta ülkemizde…
Aynı kahrolası kabusları yaşamak istemiyorsak o yılları en ince ayrıntısına dek analiz etmek ve kendi aczimizle yüzleşip güleceksek hep beraber, ağlayacaksak yine hep beraber olmak gerek. En tehlikelisinin karpuz gibi ikiye bölünmek olduğunu görmek gerek… Her şeyi, olduğu gibi tüm çıplaklığı ile çocuklarımıza anlatmak gerek.
Evet, biz en enayisinden birer aydındık diyebilmek gerek. Bu arada ona hep bir ağızdan sevgi, saygı ve selamlarımızı yollamak gerek…
Bizi takip edin: